Press  |  Published
Radikal Kitap

ATATÜRK ANITLARI FİKRİNİN NÜVESİ 12 EYLÜL ZİHNİYETİDİR

 

Türkiye'nin siyasi tarihini Atatürk heykelleri üzerinden anlatan Aylin Tekiner: 'Atatürk anıtlarının her yerde olma fikrinin nüvesi 12 Eylül zihniyetidir. Artık toplumun deneyimleyebileceği ve yaşam alanı içerisinde olan anıtlar, 80'lerde yoğun bir biçimde devlet kurumlarının tanımlayıcı nesnelerine dönüştüler'

 

İlkini Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel yonttu, Sarayburnu’na koydu. Sonra her okula, her meydana, her parka, her iş yerine, hatta her eve (ben içinde Atatürk büstü olan ev gördüm) bir Atatürk büstü, anıtı koyulmaya başlandı, bir dünya rekoruna ulaşıldı. Atatürk heykelleri şimdi de kitap oldu. Genç heykeltıraş Aylin Tekiner, Atatürk Heykelleri adlı kitabıyla bir ülkenin heykel tarihini Atatürk heykelleri üzerinden okuyor. Tekiner’le Osmanlı’nın heykel ‘miras’ından, 12 Eylül’ün anıt zihniyetine, ‘bir tampon olarak Atatürk heykeli’nden akademinin bu konudaki tutumuna uzanan bir çizgide Türkiye’nin anıt tarihini konuştuk...

 

Atatürk heykelleri üzerine çalışma fikri kişisel bir deneyiminizden doğmuş. Daha öncesinde de, mesela bir heykel öğrencisiyken, bu konu üzerine düşünür müydünüz? Kendi deneyiminiz ne kadar etkili oldu böyle bir çalışma yapmanızda?

 

Öğrenciliğim sırasında piyasaya anıt üreten birkaç atölyede çıraklık yaptım. Bu, her açıdan önemli bir deneyimdi. Çünkü bu kadar figüratif ‘anıt’ üreten bir ülkenin heykel bölümlerinde genel olarak bir anıtın krit erlerini ancak teorik bir sığlıkta öğrenebilirsiniz. Teknik bilgi ve uygulamanın yanı sıra bir anıtı anıt yapan özelliklerin ne olduğunu, daha doğrusu ne olmaması gerektiğini ne yazık ki ancak piyasada öğreniyorsunuz. Hocaların yapmış olduğu anıt uygulamalarının da öğreticilikten hayli uzak olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’de bugün vakıf üniversiteleriyle birlikte ellinin üzerinde güzel sanatlar fakültesi mevcut ve bu fakülteler her yıl yüzlerce mezun veriyor. Mezun olan genç sanatçı adaylarıysa genel olarak istihdamlarını anıt piyasasına girerek sağlıyor. Dediğim gibi ben henüz öğrencilik yıllarımdayken anıt piyasasına nasıl tutunulduğunu gözlemleme şansı buldum. O döneme dair hatırladığım ve beni bu konuyu düşündürmeye iten başlıca olay çıraklık yaptığım heykel atölyesine dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü’nün gelip faşizan bir mantıkla tasarıma dair atölye sahibine direktiflerde bulunması oldu. Daha can sıkıcı olan ise atölye sahibinin bu zat karşısında el pençe divan durması ve tasarımını istekler doğrultusunda değiştirmesiydi. Türkiye’de anıt piyasasını oluşturan ana hatlardan biri TSK, diğeri ise belediye, valilik ve kaymakamlıkları doğrudan yönlendiren Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’dür. Hatta TSK da genel olarak genel müdürlük referanslı heykeltıraşlarla çalışır. Dolayısıyla Türkiye’de anıt üreterek hayatını idame ettirmek isteyen ve tercihini bu yönde kullanan bir heykeltıraşın anıt piyasasını elinde tutan bu kurumla bir şekilde dirsek temasında olması şart. Bunu öğrencilik yıllarında görmeyi ‘şans’ olarak kabul ediyorum.

 

“Günümüzde tabiri caizse mafyalaşan bir anıt piyasasına hizmette kusur etmeyen birtakım ‘anıtçı’lar mevcut” diyorsunuz. Kimdir bu anıtçılar, mevcut duruma ‘katkıları’ nedir?

 

Anıt piyasasındaki sözünü ettiğim işleyiş elbette bu anıtçıları da zamanla belli etik değerlerden uzaklaştırdı. Bu kişiler, çeşitliliğin ve kamusal alana nefes aldıracak yeni anıt uygulamalarının önünü açacak olan anıt yarışmalarının hayata geçirilmesinin önünde farkında olmadıkları ölçüde bir engel teşkil ediyorlar. Çoğaltma kalıplardan yüzlerce üretilen tek tip anıtlarla devletin anıt ihtiyacına cevap veriyorlar. Ancak toplumun estetik muhayyilesini sarsan ve toplumu bir kült estetiğine boğan zihniyet bu aymazlıkla bu üretimi teşvik ettiği sürece tıpkı 1800’lerin Fransası’nda olduğu gibi toplumda heykel yılgınlığı/bıkkınlığı da diyebileceğimiz ‘statuophobia’nın gerçekleşmesi kaçınılmaz görünüyor. Bu çalışmayı yaparken Türkiye’nin anıt envanterini de çıkarmaya çalıştım ve bu süreçte gördüm ki kamusal alanı kuşatan anıtların iyimser bir tahminle yüzde yetmişi çoğaltma anıtlardan oluşuyor. Ve bu pasta neredeyse üç kişi tarafından paylaşılıyor. Ancak gerek kitabımda gerekse burada reçetenin sadece heykeltıraşlara kesmenin devletin, siyasal iktidarın ve zaman zaman sivil toplum kuruluşlarının anıt üretme refleksini anlamada sığ bir yaklaşım olduğunu vurgulamak isterim. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Aynı kalıptan yüzlerce üreten anıtçılara sorduğunuzda Atatürkçü olduklarını ve buradan yola çıkarak ülkenin daha fazla Atatürk anıtına ihtiyacı olduğu savına dayanarak kendi çoğalma anıt üretimlerine bir meşruiyet kazandırmaya çalışırlar. Bir kenti ya da toplumsal bir ülküyü tanımlayan ve ülkenin tarihini daha anıtsal nitelikte ve çapta eserlerle kalıcı kılmak yerine, ellerindeki ürünü daha fazla nereye pazarlayacaklarının peşine düşen bu kişileri bir hayli popülist ve kurnaz buluyorum. Atatürk imgesinin her daim yeniden üretiminden nemalanan siyaset arenası ile bu anıtçılar birbirinden beslemeye devam ediyorlar. 12 Eylül Atatürkçülüğüyle katmerlenen Atatürk kültünün anıtlar üzerinden nasıl bir toplumsal tahakküme ve estetik kirliliğe dönüştüğünün tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Atatürk anıtlarının her yerde olma fikrinin nüvesi 12 Eylül zihniyetidir. Artık toplumun deneyimleyebileceği ve yaşam alanı içerisinde olan anıtlar, 80’lerde yoğun bir biçimde devlet kurumlarının tanımlayıcı nesnelerine dönüştüler. Bir de benzinlik-sosyal tesis, holding girişleri ya da STK binaları gibi absürd yeni anıt alanları yaratıldı. Dünyada pek çok örneğini gördüğümüz estetik doygunluğa ulaşmış lider anıtları var ve bu anıtlar kentlerin en güzel meydanlarında ya da parkında yerlerini almışlar. Türkiye’nin yanı sıra dünyanın da en önemli liderlerinden olan Atatürk’ün anıtlarının nicelikten niteliğe doğru bir geçişe ihtiyacı var. Bu anıt çılgınlığına ve ayıplara son verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

 

Dönem olarak ayırırsak erken Cumhuriyet dönemi, 46’dan 80’e kadar ve 80 sonrası olmak üzere, bu dönemlerde Atatürk heykelleri politikasının genel özellikleri, belirgin farklılıkları nelerdi?

 

Bu konu farklı açılardan irdelenmeli. Öncelikle dönemin şartları içersindeki Atatürk imgesinin üretilme biçimi son derece önemli bir belirleyen. Nutuk’un okunduğu tarih 1927 Atatürk imgesinde önemli bir hat iken Atatürk’ün aktif siyasetten çekildiği dönemde yaratılan Atatürk kültü bir başka imgeyi yaratır. 1938 başka bir dalgalanmaya işaret eder. Ya da 1970’lerde sol-Kemalizmin yarattığı Mustafa Kemal imgesi ve tabii ki tortuları hâlâ topluma nefes aldırmayan 12 Eylül Atatürkçülüğü. Dolayısıyla Türkiye’de bir Atatürk anıtından imgeyi kavramak ve dönemin politik özelliklerini okumak ülkenin heykel politikasını saptamaktan daha kolaydır. Çünkü Türkiye’de sürekliliği olan bir sanat politikasından söz etmek mümkün değil. İlk Atatürk anıtı 1926’ya tarihlenir ve İstanbul Sarayburnu’ndadır. İlk anıtlar yabancı heykeltıraşlara yaptırılmış ve anıtsal propaganda hızlı bir biçimde hayata geçirilmiştir. Tek parti döneminde yapılan anıtların birçoğu mevcut anıt birikimimiz içersinde özgünlüğünü ve belli bir özeni taşıyor. Bu döneme kültür sanat alanı Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülmekteydi. Yaptırılacak olan anıtların bir kısmı yarışma bir kısmı da sipariş usulü yaptırılırdı. Ancak her koşulda anıt düzenleme kurulları oluşturulur ve anıtın yapılacağı ilin eşrafından da maddi destek alınarak bu anıtlar yaptırılır ve süreç denetlenirdi. Elbette bu anıt yaptırma kurulları belli bir sanat formasyonu almış kişilerden oluşmuyordu ancak, bütçe sıkıntısı yaşayan yeni kurulmuş bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı sorumluluğuyla bu anıtları denetliyorlardı. Bu hassasiyetleri ve özeni ellerinden geldiği düzeyde dönemin heykeltıraşlarının da taşıdığını düşünüyorum. 1950’lere gelindiğinde ise heykeltıraşlar dünya sanatının asgari düzeyde de olsa gerektirdiği özgünlükte bir sanat alanına ve piyasaya ulaşamadıkları ve figüratif anıtla yapmak zorunda kaldıkları için devlet patronajını yaşamışlar ve zamanla anıt alanı sığlaşmıştır. Atatürk anıtları parklardan ve meydanlardan ziyade yavaş yavaş devlet kurumlarının önüne yerleştirilmeye başlandı. Anıt talebinde geçmiş döneme göre bir artış gözlenmiştir. Hatta 27 Mayıs sürecinin ardından Milliyet gazetesi bir kampanya başlatmış, Atatürk anıtı olmayan her ile bir Atatürk heykeli göndermeyi hedeflemiş ve yapılan konkur sonrasında seçilen Atatürk heykelleri Van , Tunceli, Bingöl, Bitlis, Muş, Mardin, Uşak ve Giresun’a gönderilmiştir. Bana kalırsa bu kampanyayı yaratan zihniyet hâlâ üzerinde düşünülmesi gereken ve irdelenmeye muhtaç bir konu olarak yerini koruyor. 1970’lerde ise Cumhuriyet’in 50. Yılı nedeniyle İstanbul’da bir anıt yarışması düzenlenmiş ve ilk defa sanatçılar konu olarak bağımsız tutulmuşlardır. Ve ilk defa bu ülkenin heykel sanatçıları heykelin sadece Atatürk heykeli olmadığını topluma gösterme fırsatı bulmuştur. Ancak İstanbul’un farklı park ve bahçelerine konan bu eserlerin birçoğu bugün toplumsal aynı zamanda da siyasal vandalizme maruz kaldılar. 1980’e gelindiğindeyse cuntacılar ‘Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı’ sebebinden nemalana nemalana ülkeyi üç yıl içinde Atatürk anıtına boğdular. En büyük Atatürkçünün kendileri olduğunu ve bunun gereğinin de öncelikle anıtlarının dikilmesi olduğunu iddia eden bu zihniyet aslında Atatürk anıtları üzerinden topluma devletin her yerde olduğunu gösterdi. O günlerden günümüze gelen süreç de o günlerden miras elbette. Kalitesiz malzemeden üretilmiş tek tip ya da çoğaltma anıt üretmeye ve ürettirmeye devam eden Atatürkçüler olduğu sürece yüce Türk milletinin sırtı yere gelmez!

 

Anıtın temsille ilişkisi önemli bir özellik. Atatürk heykellerinde bu özellik korunmuş mudur genel olarak? Ve hatta bu durum zaman zaman abartılmış mıdır? Mesela Berlin’de bulunan Marx ve Engels anıtında Engels Marx’dan daha uzun boylu olduğu için, Marx oturtulmuştur, kısa olduğu belli olmasın diye. Atatürk heykelleri için de var mı böyle hikâyeler?

 

Atatürk heykellerinin tamamında bu temsil sorunu az çok var aslında. Ama bazı örnekler bir bütün olarak düzgün, derli toplu işler olduğu için temsil sorunu göze batmıyor, tersine örnekler ise gerçekten birer hilkat garibesi. Ancak bu konuyla ilişkin toplumda benim ilgimi çeken asıl şey insanların, Atatürk’ü temsil eden bir aktörün Atatürk’e ne kadar benzeyip benzemediği kaygısını her gün belki de önünden geçtiği heykele karşı bir kez dahi taşımamış olması. Ancak işte burada toplumun bir Atatürk heykelini ‘kutsal devlet’ ile özdeşleştirdiği ortaya çıkıyor. Yani bir filmde benzerlik meselesini gayet rahat bir şekilde tartışırken aynı kişi, ona yıllarca dayatılan estetik nitelikten yoksun Atatürk anıtına karşı söz söyleme hakkını kendinde görmüyor ya da bu anıtları zamanla bir alanın demirbaş malzemesi olarak algılayıp boş vermeye alıştırılıyor. Kitapta yoğun yer verdiğim anıtlardan biri Ankara Güven Anıtı (1934-1935) diğeri de Afyon Utku Anıtı’dır (1937). Her iki anıt da Nazi estetiğinin etkisi altında olan anıt örnekleridir. Ve her ikisinde de Atatürk faşizan tavırlar içinde betimlenmiştir. Güven Anıtı’nda yanındaki figürlere göre çok daha heybetli betimlenen Atatürk, Afyon Utku Anıtı’nda düşmanı ayakları altında ezen Herkül gibidir.

 

Türkiye’nin anıt deneyiminin batıdan oldukça farklı olduğunu söylüyorsunuz. Nedir bu farklılıklar?

 

Öncelikle Anadolu heykelin anavatanı olmasına karşın yüzyıllar süren tasvir yasağıyla birlikte heykel ciddi bir kesintiye uğramış ve yüzyıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte bu toplum heykel fikrine yeniden alışmaya başlamıştır. Gerek resim sanatında gerek heykel sanatında figüratif dilin tercih edilmesinde didaktik amaç güdülürken bu yönde dönemin Avrupası’nda hâlâ etkisi süren akademik anlayıştan yararlanılmış. Aslına bakılırsa bu anlayış Osmanlı’dan devralınmıştır. Tanzimat döneminde açılan Sanayi-i Nefise-i Şahane’nin (Güzel Sanatlar Akademisi) heykel eğitiminde temel aldığı akademik anlayış, Cumhuriyet kuşağınca da devam ettirilmiş. Hemen her sanatsal alanda (resim, heykel, müzik, sahne sanatları) olduğu gibi anıt alanında da başlangıçta batı kaynaklı resmi norm ve standartların oluşturulduğu gözleniyor. Batı’nın kuruluş birikimi (15-16.yüzyıl) ve zamana yayılan süreçlerde deneyimlediği heykel sanatının kabulleri sorgulanmaksızın 19. yüzyılın sonlarında devralınan akademik anlayış Cumhuriyet Türkiyesi’nce de sürdürülmüş. Ancak sözü edilen akademik anlayış Cumhuriyet dönemine kadar heykeltıraşlar tarafından hiçbir anıt üzerinde deneyimlenemediği ve bir anıt geleneğine dönüşemediği için Cumhuriyet’in görevlendirdiği bu ilk Türk heykel sanatçılarınca yapılan anıtların, yeni-kurucu bir değişim sürecinin izlerini ve geçiş sorunlarını büyük ölçüde yansıttığı görülüyor. Özellikle, Batı’ya sanat eğitimi için gönderilen sanatçılar, hakim ekollerin biçim dillerinin Türkiye’ye ‘ithal’ edilmesinde kilit rol üstlenmişler. Ancak bu sanatçıların kişisel heykel uygulamaları dışında, resmi makamlarla birlikte gerçekleştirdikleri anıtlardaki hakim biçimsel ögeler, çağdaşı akımlar içinde somutlaşamadığı gibi akademik öğretinin çizgilerini de yeteri düzeyde yansıtamaz. Bu durum, sanatın tarihi gelişim çizgisinde arkaik-klasik-barok aşamalarını deneyimlemeksizin herhangi bir akıma dahil olmanın geçiş sancıları/sorunları olarak görülmeli.

 

Dünyadaki diğer liderlerin anıtlarıyla kıyaslandığında Atatürk anıt sayısı fazla mı?

 

Rekor bizde ve ne yazık ki binin üzerindeki Atatürk anıtı içinde nitelikli olanların sayısı bir hayli düşük.

Sultanbeyli’de 28 Şubat’ın rövanşı.

 

Kitabın ‘Rövanş’ olarak Atatürk Anıtı (Sultanbeyli örneği) ve Atatürk sembolizmi’ adlı bölümünde Atatürk heykellerinin aslında siyasetçilerin güncel politik çekişmelerine de konu olduğunu görüyoruz. Bu tabii derin bir ardalana sahip bir konu ancak 28 Şubat sürecinde Atatürk heykelleri üzerinden yürütülen tartışmaların genel özellikleri nelerdi?

 

1990’lı yıllardan itibaren Neo-kemalist kesimin, İslami hareketin kendini görünür kılmasına karşı tepkiler geliştirdiğine tanık oluyoruz. Ya bu çizgideki bürokratlar ve askeriye, kamusal alana yeni Atatürk anıtları yaptı ya da öncelikle Atatürk anıtları olmak üzere pek çok Atatürk simgesini İslamcılara oy veren yeni gecekondu mahallelerine taşıdı. 1992 yılında ilçe olan Sultanbeyli de bilindiği gibi Refah Partisi’nin, kırsal bölgeden alınan göçle tabanını güçlendirdiği bir bölge. 28 Şubat arifesinde gelişen din merkezli siyasal bunalımın ve bu ortamda belirginleşen laik/anti-laik kutuplaşmasının ana göstergelerinden olan Sultanbeyli Atatürk Anıtı’nın önemi büyük. 28 Şubat öncesinde, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı tavırlar sergiledikleri ve resmi törenlere katılmadıkları gerekçesiyle İçişleri Bakanlığı’nın irticai faaliyetler soruşturması kapsamında incelemeye alınan Refah Partili belediye başkanlarından biri de Sultanbeyli Belediye Başkanı müftü Ali Nabi Koçak’. Hazırlanan raporda, 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu’nun ısrarlarına rağmen Koçak’ın ilçeye Atatürk anıtı yaptırmadığı, ücretsiz yaptırılacağı belirtildiğindeyse ısrarla yer göstermediği, ardından Silahçıoğlu’nun yaptırdığı Atatürk anıtını, ‘yer değiştirme’ bahanesiyle yıktırmak istediği vurgulanıyor. Sultanbeyli’de tek bir Atatürk büstü dahi olmadığı gerekçesiyle Ali Nabi Koçak’la gerginlik yaşayan Doğu Silahçıoğlu, 10 Kasım 1996 tarihinde belediyeden habersiz, Fatih Bulvarı’na askeri kıyafetli, kaidesinde “Vatan sana minnettardır”, “Cumhuriyetin bekçileriyiz” yazan bir Atatürk anıtı diktirmiş ve askerlere anıtın başında yirmi dört saat nöbet tutturuyor. Bu arada aynı yıl, Doğu Silahçıoğlu’nun girişimiyle Fatih Bulvarı’nın ismi de Atatürk Bulvarı olarak değiştirilmiş ve 2000’li yıllarda eski isme geri dönülmüş. Kamuoyunda ve basında büyük tartışmalara neden olan anıtın dikilmesi, laik kesim tarafından olumlu yönde değerlendirilip gerekçelendirilirken, Refah Partisi kanadında bu anıt, bir güç gösterisi olarak nitelendiriliyor.

 

Hatırlarsınız belki, 1983 yılında yapılan Samsun’daki İlkadım Anıtı’nda Devlet Başkanı Kenan Evren’in ‘muzır’ olduğu gerekçesiyle kaldırttığı çıplak kadın ve erkek figürünü 2000 yılında yeniden yerine yerleştiren ve yine önlem olarak emniyet güçlerine anıtın başında yirmi dört saat nöbet tutturan aynı Doğu Silahçıoğlu’nun, 12 Eylül’ün cunta estetiğine mündemiç bir asker Atatürk anıtını Sultanbeyli’ye yerleştirmesi oldukça ironik. Bu anıt bulvara aynı yıl yapılan sivil kıyafetli Atatürk anıtının kaidesine; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesinin yazılması, yeniden üretilen Atatürk imgesine ve bu imgenin araçsallaşmasına işaret ediyor. Sultanbeyli’ye yerleştirilen iki anıtın altına yazılan her iki ifade de anıtları yaptıran farklı iktidar odaklarının birbirlerine karşı kendilerini anlatmada kullandıkları sözcelere dönüşmüş. Hatta sadece bu iki anıtın kaidesine yazılan bu iki ifade üzerinden bile 28 Şubat’ın rövanşını okumak mümkün. Millet iradesine yapılan vurgu Demokrat Parti’nin ve devamında merkez sağın ve özellikle de AKP’nin temel argümanı olmuştur. Radikal İslami söylemin yerini görece ılımlı bir söyleme bıraktığı Türkiye’de, Atatürk’e ait bu vecizenin iktidar tarafından orduya karşı kullanıldığı ve bu yolla toplumun büyük bir kesimince kabul gören ve desteklenen İslamcı yapılanmaya Atatürk üzerinden bir meşruiyet zemini yaratılmaya çalışıldığı söylenebilir. Yani, siyasi partilerin ideolojileri heykel sanatının gelişiminde belirleyicidir. Farklı ideolojik yapılanmaların tek tip anıt anlayışını sürdürmeleri ise ne yazık ki toplumun kültürel/estetik gelişimini doğrudan etkiliyor.

 

 

Elif TÜRKÖLMEZ, Radikal Kitap

16.07.2010

http://www.radikal.com.tr/kitap/ataturk_anitlari_fikrinin_nuvesi_12_eylul_zihniyetidir-1008221