Basın  |  Basılı
Dipnot

Atatürk heykelini gömdüler! Gülen Atatürk olmaz dediler dava açtılar, kör Atatürk heykeli diktiler
 

Atatürk heykellerinin başlarına gelenler!

 

-   Türkiye’de dikilen Atatürk anıtları, ne kadar sanatsal, ne kadar siyasal bir içerik taşıyor?

 

Aylin Tekiner:   Anıt alanında en büyük kırılma hiç kuşkusuz 12 Eylül döneminde yaşanmıştır. Anıt alanındaki temel değişiklikleri Atatürk imgesinin devletle özdeşleşmesi, tek tipleştirme ve yoğun kültleştirme olarak saymak mümkün. Tek adam vurgusunun güçlü bir biçimde işlendiği Atatürk anıtlarının hızla üretildiği ve anıtı olmayan her ilçeye anıt gönderildiği bir dönemi görüyoruz. 

 

Kaidelerde de Atatürk vecizeleri içinde milliyetçi tonu ağır basanlar seçmeci bir biçimde kullanılmıştır. Zora dayalı ve otoriteryan yönetim pratiklerinin deneyimlendiği bir dönemde, anıtlara “milliyetçi söyleme sahip Atatürk imgesi”nin hâkim olması manidardır. Bunun özellikle 90’lı yıllarda güçlenen başta siyasal İslam olmak üzere cumhuriyet karşıtı akımların elini güçlendirdiği kanısındayım.

 

Şimdi sorunuzun ana eksenine geri dönecek olursak siyasal İslam’ın formel iktidara      uzandığı konjonktürde anıt ilişkisini berrak bir biçimde ortaya koymak bir hayli zor. Çünkü, anıt yaptıran tüm iradeler (örneğin Atatürkçü Düşünce Derneği, Refah Partili Belediyeler, kaymakamlıklar vs.) aynı anıtları, yani tek tip üretilen ve çoğaltılan anıtları tercih etmektedirler. Farklı kesimlerce yaptırılan bu tek tip anıtlarda öne çıkarılmak istenen anlayışı genel olarak kaidelerde tercih edilen Atatürk’e ait vecizelerden çıkarabiliyoruz. 

 

Örneğin, 28 Şubat’ın hemen öncesinde Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu, Refah partisinin oldukça güçlü olduğu İstanbul Sultanbeyli’ye, askeri kıyafetli bir Atatürk anıtı yerleştirmişti. Anıt, Türkiye’de en çok Atatürk anıtı çoğaltan Necati İnci’ye aitti. Bu anıtın kaidesinde “Ne mutlu Türküm diyene” yazılıydı. 2006 yılında AKP’li belediye tarafından bu anıtın yeri değiştirildi. Kaldırılan anıtın yerine yine Necati İnci tarafından yapılan ve Türkiye’nin farklı yerlerinde iki yüzün üzerinde kopyası bulunan sivil kıyafetli bir Atatürk anıtı yerleştirildi. Bu anıtın altına bu kez Atatürk’e ait şu ifade yazılıydı: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” Burada pragmatist bir anlayıştan söz edebiliriz.
 

1980’lerden başlayarak 1990’lı yıllara baktığımızda, radikal eğilimli parti ve örgütlerin    dışında neredeyse tüm siyasi yapılanmaların kendilerini Atatürkçülük üzerinden tanımladığını biliyoruz. Bu, hem pek çok Atatürkçülük yorumunu beraberinde getirdi hem de Atatürk imgesinin kullanım alanını genişletti. Bu yapılanmaların Atatürk imgesini sürekli olarak yeniden ürettiğine ve hatta kendilerine göre uyarladıklarına tanık olduk. Herkes bir anlamda kendi Atatürk’ünü üretti. Anıtları da bu anlayışın bir göstergesi olarak okumak zaman zaman mümkün oluyor. 

 

Bu bağlamda size Atatürk imgesine ilişkin bir başka örnek vermek isterim. 28 Şubat’ın ardından SİSİAD, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin de katılımıyla Sincan Lale Meydanı’na Atatürk anıtı yaptırmaya karar verir. Heykeltıraş Burhan Alkar’a Kudüs Gecesi’ni unutturacak, toplumu kucaklayan bir Atatürk anıtı yaptırmak istediklerini söylerler. Burhan Alkar, kendisine lale uzatan bir kız çocuğunu gülümseyerek kucaklayan, oturur konumda bir Atatürk tasarlar. Tasarım kabul edilir ve anıtın her aşaması onaylanır, sanatçıya ödemenin tamamı yapılır ve anıt bronz dökülerek tamamlanır ancak, anıt bir türlü yerine yerleştirilemez. Gülen bir Atatürk anıtının önünde tören düzenlenemeyeceği gerekçesiyle SİSİAD anıtın bedelini geri tahsis etmek üzere sanatçıya dava açar. 

 

Şimdi, anıtın estetik niteliğine ilişkin bir şey söylemeyi gerekli görmüyorum. Burada bence üzerinde düşünülmesi gereken konu, toplumsal beleğimize anıtlar yoluyla kazınmış olan “çatık kaşlı Atatürk” şablonunun devam ettirilme düşüncesidir. Atatürk kültünü besleyen bu türden yaklaşımların olumlanacak hiçbir tarafının olduğunu düşünmüyorum. Peki bu gülen Atatürk anıtının yerine hangi anıt kondu dersiniz? 

 

Türkiye’de en çok anıt çoğaltan heykeltıraşlardan merhum Tankut Öktem’e ait, saptayabildiğim kadarıyla Türkiye’nin yetmişten fazla yerine çoğaltılarak gönderilmiş Nutuk tutan Atatürk figürü kondu. Ezcümle, kendini yoğun biçimde Atatürkçü hat üzerinden tanımlayan kesimle, kendine bir meşruiyet dayanağı olarak –ki buna meşruiyet sancısı da diyebiliriz- Atatürk’ü referans gösteren kesim arasında anıt tercihi bağlamında net bir tercih farkından söz edemiyoruz. Her iki kesim de, bir anlamda fason üretilmiş anıtları tercih ediyorlar.

 

- Türkiye’nin pek çok yerinde gözlemlediğiniz anıtlar da gördüğünüz önemli çarpıklıklar neler? 

 

Aylin Tekiner: Anıt alanındaki çarpıklığa yol açan ana faktörleri dört-beş gurupta toplamak mümkün.Bunlardan birinci ve kanımca en önemli neden, anıtların çoğaltma tekniğiyle üretilmesidir. Türkiye’deki Atatürk anıtlarına ilişkin yaptığım envanter çalışmasında iki üç kalıptan sürekli olarak çoğaltılarak üretilen Atatürk anıtlarının Türkiye’de ne yazık ki yeni bir anıt anlayışına olanak tanımadığını gördüm. Her yerde bu şablon anıtları görmek mümkün. 

 

Mevcut anıt birikimimizin neredeyse yarısı bu çoğaltma anıtlardan oluşuyor. Ne yazık ki kalan yarısının da büyük bir bölümü, estetik ve anıtsal nitelikten yoksun, kanımca Atatürk’ün kimliğiyle, duruşuyla, ifadesiyle uzaktan yakından ilişkisi olmayan örneklerden ibaret. Kuşku götürmez bir gerçek var: Günümüz anıtları, Cumhuriyetin ilk elli yılında yapılmış olan anıtların gerisine düştü.

 

Çarpıklığın ikinci nedeni de, 1980 sonrası yapılan Atatürk anıtlarında Atatürk’ü bir imgeyle veya bir kavramla ilişkilendirme arayışının fanatizme götürülme durumudur. Bu konuda size abesle iştigal birkaç örnek verebilirim. Mesela; “Atatürk ve Tarım” isimli bir anıtta pirinç rengine boyanmış bir Atatürk figürü gerçek bir traktöre oturtulmuştur. Daha garip bir örnek vereyim. İstanbul Reşatpaşa’daki Altı Nokta Körler Vakfı Rehabilitasyon Merkezi’nin bahçesinde elinde kör bastonu tutan, daha doğrusu elindeki bastonu kör gibi tutturulan bir Atatürk anıtı görürsünüz. Anıtın kaidesinde ise brail harfleriyle “Ne mutlu Türküm diyene” ifadesi yazılıdır. Şimdi bu örnekte öyle çıkmazlar var ki. Öncelikle, takdir edersiniz ki anıt görsel bir ileti aracıdır. Diğer yandan, Atatürk’ü bu kavramla ilişkilendirmek için eline kör bastonu verirseniz farkında olmadan başka bir şey söylemiş olursunuz.
 

Anıt alanında çarpıklığa neden olan üçüncü faktörün ise heykeltıraşlar olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de Atatürk anıtları ne yazık ki heykeltıraşlar için bir geçim  kaynağı olmanın ötesine geçemiyor. Sanatsal kaygılarını, estetik duruşlarını ancak kendi kişisel sergilerinde sunuyorlar. Bu kaygıyı ve özeni ne yazık ki anıt alanına taşımıyorlar. 

 

Anıtları genel geçer şablonlar içinde yaparak, sistemin ürettiği anıt gerçekliğine bir anlamda hizmet etmeye devam ediyorlar. Ancak yine de bu çarpıklıkların reçetesini tamamen sanatçılara kesmeyi doğru bulmuyorum. Bu, sorunu daraltmaktan öte bir yarar getirmez çünkü.

 

Bir diğer neden, anıtların yerleştirildiği mekansal tercihlerdir. 1980’den itibaren anıtların kurum bahçelerine çekildiğini hatta devleti imleyen bir işlev üstlendiğini görüyoruz. Anıtlar, toplumdan koparılarak kamusal alanın sınırlı bir bölümüne sıkıştırılmıştır. Anıtlarda kullanılan malzeme de bir başka sorun. 

 

Artık neredeyse tüm anıtlar anıtın kalıcılık ilkesine ters düşen dayanıksız bir malzemeyle, fiberglass dediğimiz plastik bir malzemeyle dökülüyor. Kaideler yine tek tip mantıkla sadece taşıyıcı görevi üstleniyor ve hiçbir estetik kaygı içermiyor. Yapılan anıtlar gerek estetik ve biçimsel, gerek içerik bağlamında bir bütün olarak düşünüldüğünde, son derece cılız bir görüntü arz ediyor.

 

-  Türkiye'de Atatük anıtları konusunda bir doymuşluk yaşandığını söylebilir miyiz?

 

Aylin Tekiner: Bu sorunuz da aslında biraz önce sözünü ettiğim çarpıklıklarla ilintili. 1980’le başlayan anıt furyasıyla birlikte yapılan Atatürk anıtlarının, büyük oranda anıtsal niteliği içermeyen heykeller olduğunu belirtmeliyim. Özel ve kamu kurumlarınca sipariş edilen bu heykeller Türkiye’de Atatürk anıtı gereksinimini çarpık bir biçimde karşıladığı için, çok fazla anıtımız olduğu yönünde bir yanılgıya düşüyoruz. 

 

Niteliksiz anıtları ayıkladığınızda mevcut birikimin aslında ne denli cılız olduğunu görürsünüz. Ancak, sözünü ettiğimiz tek tip üretilmiş Atatürk anıtlarına fazlasıyla doyduğumuzu ve hatta nitelik yoksunu pek çok örneğin kaldırılmasını son derece gerekli görüyorum. Anıt furyasına ilişkin geleceğe yönelik bir kestirimde bulunmak ise güç. Bunu bilemem. Ancak şunu söylemek mümkün. Türkiye’nin siyasal yaşamındaki kırılma noktalarında, özellikle bunu 27 Mayıs’ta, 12 Eylül’de ve 28 Şubat’ta daha net gözlemliyoruz, hep bir anıt gereksinimi ortaya çıkmıştır. Tabi her üç dönemde gelişen Atatürk algısı da birbirinden oldukça farklıdır.
 

Anıta ilişkin pazar anlamında 28 Şubat sürecinden itibaren bir değişim yakalamak mümkün.  Bu dönemden itibaren Atatürk anıtı yaptırmak bir tür toplumsal reflekse dönüşmüştür. 28 Şubat’ın ardından anıt talebi daha geniş bir yelpazeye yayıldı. Örneğin; sendikalar, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, özel okullar ve hatta holdingler de Atatürk anıtı yaptırmaya başladı. Bu süreç de belki bir furya olarak nitelendirilebilir ancak, hiç bir kırılma noktasının 12 Eylül cunta yönetimiyle aşık atabileceğini düşünmüyorum.  

 

- Peki Türkiye'de Atatürk anıtları nasıl imha ediliyor?

 

Aylin Tekiner: Türkiye’de Atatürk imgesi üzerinden ciddi bir kategorileştirmenin olduğunu düşünüyorum. Bana kalırsa, vasıfsız bir Atatürk anıtının kaldırılmasında niyet okumamak gerekir. Benim bir heykeltıraş olarak bu konudaki duruşum nettir. Bir anıt niteliksizse sorgulamaksızın imha edilmelidir. Bunun başka bir izahı yok.

 

Birkaç örnek vereyim. Diyelim görevi devralan bir mülki idare amiri mevcut anıtı beğenmeyip yeni bir anıt yaptırmak istediğinde ziyan olmasın diye eski, beğenilmeyen anıtı hemen bir civar beldeye gönderir. Ben bunu anıtın sürülmesi olarak niteliyorum. Böyle bir çifte standart olabilir mi? 

 

Örneğin, Afyon Emirdağ’da son derece kötü, hatta karikatürvari bir Atatürk anıtı yıllar sonra kaldırılmış, her yerinde kırıklar olduğu için de bir başka yere gönderilememiş ve tam da Aziz Nesin hikayeleri gibi beldenin yetkili kişileri anıtın karşısına geçmiş. Bende imha tutanağı olduğu için biliyorum. Heykelin karşısında düşünmeye başlamışlar; yakamayız, yıkamayız demişler ve gizli bir biçimde bu anıtı gömmeye karar vermişler. Sonra da konu basına sızınca belediye başkanı “Boğazımı kesseniz yerini söylemem” diyor. Böyle bir şey olabilir mi? İronik düşünmeye gerek yok, gömülen Atatürk değil, gömülen son derece yakışıksız bir heykel. Bunu artık kavrama zamanı. 

 

Bir diğer örneği de Bodrum’dan vereyim. 1994 yılında yapılan bir Atatürk anıtı, 1975 yılında yapılan Atatürk anıtının iki metre önüne yerleştirilmiş, dile kolay on iki yıl önlü arkalı durmuşlar. Neyse ki öndeki anıt biraz geç de olsa kaldırılıp başka bir yere yerleştirilmiş. Heykelin anavatanı olan Anadolu bu estetik kirlilikle baş etmek zorunda. Ancak bu anlayışla değerlerine sahip çıkabilir. Çözüm bir anlamda kolay ancak, bir o kadar da olanaksız. Yetkin kişilerden oluşan bağımsız bir heyet Türkiye’deki tüm anıtları saptamalı ve bir eleme yapmalı. 

 

Ve anıt yarışmalarıyla yeni açılımlara, yeni anıt yaklaşımlarına fırsat tanınmalıdır. Anıt yaptıran iradelere, anıt alanında niceliğin değil niteliğin önemli olduğunu ancak böyle bir girişim gösterebilecektir. Heykel sanatımızın ivme kazanması ve yeni kent heykellerine ve anıtlarına yer açılması için bu anlayışın bir an önce ıslah edilmesi gerekiyor.

 

Cihan Yavuz