Basın  |  Basılı
Sanatonline

Babalar ve Elbiseleri

 

 

Röportaj: Ali Gazi

Aylin Tekiner’in, Galeri Zilberman’ın proje alanında 8 Ocak’ta açılan ve 5 Mart’a kadar görülebilecek“Babaların Elbisesi Hep Gri Mi Olur?” adlı sergisini, sanatçının yoğun temposu içinde konuşma fırsatı yakaladık.

Yale Üniversitesi Drama Okulu’nda doktora sonrası çalışmalarını sürdüren sanatçı, günümüz Türkiye’sinin de gerçekleriden olan, yakın dönemde işlenmiş siyasi bir cinayetten yola çıkarak kurguluyor sergiyi.

“Babaların Elbisesi Hep Gri Mi Olur?” adlı son solo serginle Galeri Zilberman’dasın… Serginin çıkış noktasından ve hazırlık süreçlerinden bahsedebilir misin?

Eylül ayından bu yana Yale School of Drama’da bir post-doc projesi üzerinde çalışıyorum. Nisan ayında Yale Üniversitesi bünyesindeki bir kabare festivalinde gösterilecek olan bir sahne performansından yola çıkarak hazırladım bu sergiyi. Benim için çok yeni bir deneyim alanı olan bu sahne performansının görsel elemanlarını bu sergiyle daha aşina olduğum yani daha bildik sularda yeniden dizayn ettim diyebilirim. Her ne kadar bildik bir alan olsa da bir sahne deneyimini sergiye dönüştürme fikri aslında ilk başta pek de kolay görünmüyordu. Elde malzeme çoktu. Video, animasyon, kukla, fotoğraf, çizimler, masal, storyboard vs. Ve bunlar arasından birbiriyle yeni bir dilde konuşarak bütünlük sağlamak zaman aldı. Bir yandan galeriyi bir sahne alanına çevirirken bir yandan da sahne performansının sınırlarından kurtulup başka bir atmosferde ve disiplinde hikayeyi yeniden ele almış oldum. Galeride başka bir sahne kurduk da diyebilirim. Sergi sürecine kadar karikatür sanatçısı Kemal Gökhan Gürses’le karakterler ve hikaye üzerinde yoğun bir çalışma yapmıştık. Daha ilk başlarda hikayeyi kurmak için birlikte Kapadokya’ya gittik. Üzerinde aylarca konuştuk, yazdık, çizdik. Ve büyük bir emeğin ardından hikaye Gökhan’ın çizgilerinde vücut buldu. Onun yarattığı karakterler ve desenler serginin de yine başrol oyuncuları. Bunun yanı sıra serginin küratörü Burçak Bingöl’le mailer üzerinden sergiye yönelik başlayan fikir alışverişimiz, galerideki çalışmalarımızda daha da gövdelendi ve projeye benim kadar heyecan duyan sevgili Burçak’ın sihirli önerileriyle sergileme alulala zenginleşti.

12 Eylül’ün siyasi cinayetlerinden baban Mehmet Zeki Tekiner cinayeti ve ardından yaşadıklarını, yani kişisel belleğinle toplumsal belleğin -ya da belleksizliğin- arasında salındığını söyleyebilir miyiz?

 

Buna salınma denebilir mi bilmiyorum. İnsanın kendi tarihiyle tanışması, yeniden ve yeniden hatırlaması, gerçekle yüzleşmesi ve bundan bir kültür yaratması çok kıymetli. Bu elbette toplumlar için de geçerli. Bizim hikayemizde iki ailenin ocağına ateş düştü. Babamı vurmasınlar diye kendini öne atan Yavuz Yükselbaba henüz otuz yaşındaydı ve ardında dört çocuk ve bir eş bıraktı. Bütün siyasi cinayetlerde olduğu gibi biz de cenazenin ardından el ayak çekilip nihayetinde yalnız bırakılmış ve adaletini kendi aramak zorunda bırakılmış aileleriz. Hatırlatmak, unutturmamak ve geride kalanların sözlerini yinelemek ister istemez kendi belleğimizle toplumsal belleğimizi her daim iç içe tuttu. Hatta öyle ki bu coğrafyada yaşanan tüm sistematik kıyımlar, katliamlar, öldürmeler ve bunların ardından yaşananlar sizin kendi belleğinize ve gerçeğinize her daim sinyal çakar. Örneğin babam ve Yavuz amcanın cenaze törenine de silahlı saldırı düzenlenmiş. Ecevit’in ve yüz yirmi milletvekilinin katıldığı cenaze konvoyunun üzerine çapraz ateş açılmış. Çatışma esnasında babamın cenazesi yirmi dakika yerde kalmış ve tabuta on üç kurşun isabet etmiş. Yavuz amcanın cenazesi anca üç beş kişiyle defnedilebilmiş. Olayın ardından askeri konvoyla cenaze arabası ve biz Nevşehir’den çıkarılmışız. Şehri zorunlu olarak terk etmişiz bir nevi. Dolayısıyla bugün Güneydoğu’da yaşananlar, yıllardır sistematik olarak yerinden yurdundan edilen bir halk, cenazelerini dahi alamayan aileler ve yaşanan bu vicdansızlık bizim belleğimizdeki çiziği de elbette derinleştiriyor.

Projede sergi dışında Nisan ayında sahnelenecek deneysel bir tiyatro da olacak… Onun hakkında neler söylersin?

Yale School of Drama’da gölge tiyatrosu, animasyon, video, deneysel müzik ve beden oyunculuğundan oluşan yirmi dakikalık bir sahne performansı hazırlıyorum. İki yaşındaki bir kız çocuğunun gözünden bu cinayeti anlatacağım. Cinayeti, cinayetin ardındaki suskunluğu, aşağı şehirdeki yaşamı anlatırken o küçük kız çocuğunun duyduklarıyla gördükleri arasında kurduğu belleğe de tanık olacağız.

Hukukçu ve siyasi kimliğiyle baban ve verdiği mücadeleyi de paylaşabilir misin bizimle? Ayrıca senin anılarındaki babanı da merak ediyorum?

 

Babam hukukçu ve ilkeli bir siyasetçiydi. 1951’de CHP’ye üye olmuş ve öldürüldüğü güne kadar kurucu meclis üyeliğinden milletvekilliğine ve il başkanlığına kadar farklı kademelerde ama hep bir devamlılık ve kararlılık içinde siyasetin içinde yer almış. Partinin içindeki sol kanadın önemli temsilcilerinden biri. DİSK, Töb-Der gibi sendikaların Orta Anadolu’daki avukatı olmasının yanı sıra Nevşehir’deki sol fraksiyonlardaki gençlerin de hukuk mücadelelerini sürdüren tek avukat olmuş. Tarım işçisinden, gencine, öğretmeninden işçisine herkesin ücretsiz davasını üstlenmiş. Babam entelektüel birikimini olabildiğine paylaşan mütevazı bir kanaat önderi aslında. Herkes nasıl yaşıyorsa öyle yaşayan, aynı tasa kaşık daldıran, eşitliği çok önemseyen biri olduğunu çok farklı isimlerden dinledim. Babam öldürüldüğünde iki yaşındaydım ve ona dair hatırladığım tek bir anı dahi yok. Bana kalan tek bir fotoğraf var aynı karede olduğumuz. Onu hep annemden ve başkalarından dinleyerek büyüdüm. Ablam ve ağabeyimle beraber avunduğumuz en önemli şey ise onun çocuğu olmaktan duyduğumuz onur.

İnterdisipliner kurgulanan sergide izleyici ne tür işlerle karşılaşacak? İşlerin mekanla ilişkisini kurulumunu vb. biraz açabilir misin?

Bir sahne performansını galeri ortamına taşımak benim için yeni bir deneyim. Eldeki zengin malzemeyi hayli eleyerek hikayeyi yeniden tasarladım. Her ne kadar ilk başta sahneyi galeriye taşımamaya çalışsam da salonun atmosferi kendiliğinden bir sahneye dönüşüverdi. Sergide babam ve Yavuz Yükselbaba’nın Nevşehir’deki cenazesinden iki dakikalık bir video gösterdik. Galerideki cep girintide gösterilen bu video gerçek olanla kurgu arasındaki sınırı çekiyor aslında. Aslında olmuş olanla benim belleğim arasındaki gerilimi de ortaya koyuyor diyebilirim. Galerinin geri kalan kısmı daha fantastik bir kurgu alanı. Duvarda farklı boyutlarda gölgeleriyle bir kukla yerleştirmesi var. Bir diğer düzenleme de bir aile fotoğrafından oluşan üçleme. Alman besteci Alfred Hochstrasser’in özel olarak bestelediği ninni bu fantastik dünyaya eşlik ediyor.

Sanat aracılığı ve olanaklarıyla “kurguladığın, dönüşüme uğrattığın” bu cinayeti anlatırken, varsa yaşadığın zorlukları paylaşabilir misin? Ve tabii bu “dönüşüm” günümüze dair neler söylüyor?

 

Faili meçhul cinayetler, gözaltında zorla kaybetmeler, işkence davaları gibi Türkiye tarihine derince kazınmış konularla ilgilenirken kendi aile hikayemizi işlemeyi uzun süre ertelemiştim. Kendi kişisel serüvenimde bunun bir zamanı olduğunu biliyordum ve hazır hissettiğimde de üzerinde çalışmaya karar verdim. Bu siyasi cinayet sonrasında aile olarak yaşadığımız türlü zorluklar bu ülkede pek çok ailenin de maruz kaldıklarıyla benzerlik gösteriyor. Kürt coğrafyasında 90’lı yıllarda ve günümüzde yaşananların yanında kendi hikayemizi anlatabilmek, hatta buna hak görmek dahi zor. Bizler adaletini kendi aramak zorunda bırakılan aileleriz ve toplumun vicdanını harekete geçirmek ve benzer acıların bir daha yaşanmasını önleyebilmek için sesimizi olabildiğine duyurmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla bizimle benzer acıları yaşamış ailelerle olan birlikteliğimiz kendi öykümüzle aramızda bir mesafe yaratıyor. Hepimizin unutamadığı, içimizi yakan anılar, yaşanmamışlıklar var elbette ama hayatımız her bu konu açıldığında bir dramaya da dönüşmüyor. Aksi taktirde hayatı devam ettirmek zor olabilirdi. Proje üzerine çalışırken zorlandığım temel nokta tam da burasıydı. Yale School of Drama’da Catherine Sheehy’nin de destek sunduğu dramaturg ekibi hikaye üzerine çalışırken duygularından sıyrılıp da profesyonel gözle işe yaklaşabilmeleri zaman aldı. Bana sürekli acı dolu gözlerle bakıyorlardı. Onlar için katlanılması çok zor olan bu travmanın bizim coğrafyamız ve Ortadoğu için kanıksanmış acılardan biri olduğunu, her gün acımızı söylemeye bizi utandıracak yeni acıların katmerlenerek yaşandığını ve kendi aile trajedimizin günlük hayatımıza hakim olmadığını anlatarak hikayeyi anlamalarını ve ona göre değerlendirmelerini sağladım. Bu benim için en büyük zorluklardan biriydi diyebilirim.

Sence sanat politik olana dair temsiliyet bağlamında nerede duruyor ya da aralarında nasıl bir ilişki var?

Sanat üretiminde politik vurguyu belirgin tutan diğer arkadaşları bilemiyorum ama ben işin açığı derdimizi anlatmak, vicdanları harekete geçirmek, klişe tabirle farkındalık yaratmak için sanatı hayli araç olarak kullanıyorum. Bunda da hiçbir beis görmüyorum. Elbette yaşamdaki her alanın siyasal olması ve bu bilgi üzerinden hareket etmek de benim için önemli.

Görsel 1:  Aylin Tekiner, Kukla Yerleştirme, PVC, kağıt, led, ahşap, Değişken boyut, 2016
Görsel 2: Babaların Elbisesi Hep Gri mi Olur sergisinden yerleştirme
Görsel 3: Aylin Tekiner, Ben Hiç Rüya Görmem, Ahşap, kağıt, led, 17,5x17,5x20,5 cm, 2016
Görsel 4: Babaların Elbisesi Hep Gri mi Olur sergisinden Kukla yerleştirme (detay)

 

 

http://www.sanatonline.net/guncel-sanat/babalar-ve-elbiseleri